Trabzon Yolcusu Kalmasın…
Karadeniz yolculuğumuzu Trabzon’a doğru devam ettiriyoruz. Trabzon’a
doğru yaklaşırken kahverengi tabela kalmasın mantığıyla ilerlediğimizden Çal
mağarası tabelasını görüp yol ayrımından içeriye doğru ilerliyoruz. İlerliyoruz
ilerliyoruz bir türlü mağarayı göremiyoruz. Önceleri pişman oluyoruz. Yol daracık
köy yoluna dönüşüyor. Allah’ım biz nerelere geldik böyle derken mağaranın
tabelasını görüp rahatlıyoruz. Oldukça yüksekte bir yerde, yolu asfalt. Mağaraya
girince pişmanlığımız geçiyor. İyi ki de gelmişiz diyoruz. Ancak başka bir
şeyden pişman olup arabaya geri dönüyoruz. Mağaranın içi çok soğuk. Daha birkaç
metre gidince böyle devam edeyeceğimizi anlayıp ceketleri alıp giyiniyoruz. Mağaranın
içi bir harika. Epey bir derinliği var. Tahta yol git git bitmiyor. Sarkıtları dikitleri
Mermer leşmiş. Dokusu bir harika. Yani gittiğimize değiyor.
Mağaradan çıkıp tekrar yolumuza devam ediyoruz. Sırada Akçaabat.
Sıra sıra köfteciler. Her yer köfteci karnınızı acıktırıyorlar. Ancak önce
kalacak bir yer ayarlamak için acele ediyoruz.
Kahverengi tabelalar bizi bırakmıyor. Sera gölü tabelasını
görüp içeriye doğru sürüyoruz. Manzarası çok güzel. Suyun kenarlarında tesisler
var oturup bir şeyler yenilip içilecek yerler. Biz fotoğraflarımızı çekip
manzaranın tadını çıkarıyoruz.
Şehir merkezine gelip akşam için bir misafirhaneden yer ayarlıyoruz.
Eşyaları bırakıp hemen hazırlanıp dışarıya çıkıyoruz.
İlk durağımız Ayasofya İstanbul'daki kadar büyük değil tabiki. Burası da müze olarak ziyaretçilere açılmış.
Trabzon’da görmemiz gereken iki müze daha var. Biri Trabzon müzesi,
diğeri Atatürk köşkü… Fazla vakit kalmadığı için Atatürk köşkünü tercih ediyoruz.
Köşke doğru giderken Trabzon kalesinin yanından geçiyoruz. Bu arada Trabzon’dan
tabelalardan da anlarsınız bir sürü eski cami, türbe vs. var. Gezmek isterseniz
tabelalar sizi yönlendirecektir. Köşke ulaşıyoruz. Köşk gerçekten de beyaz köşk.
Bembeyaz oymalar, süslemeler köşkünün güzelliğine güzellik katıyor. İçeride atamızdan
kalma eşyalar sergileniyor. Mutlaka gezilmesi gereken yerlerden bir tanesi… Burada
Akçaabat’tan geçeli o kadar uzun zaman oldu yemek yemeyi unuttuk. İyiden iyiye
acıkınca ne yiyelim diye değil de tabi ki köfte yiyeceğiz nerede yiyelim diye
araştırma yapıyoruz. Ancak köfte yerine pilav yiyoruz. Pilav mı diyebilirsiniz
tabi ki de ancak yemeden bence konuşmayın. Daha önce hiç böyle bir pilav
yememiştik.
Kalkanoğlu pilavcısı diye bir yer. Çok meşhur olmasına rağmen çok mütevazı
bir yer. Ama içi çok güzel düzenlenmiş. Masalardaki camların altlarına herkes
notlar bırakmış. Övgüler övgüler… Bize de soruyorlar ne yersiniz diye değil neyli yersiniz diye…
Öneri istiyoruz kavurmalı diyorlar, alıyoruz. Hani bir tabak dolusu pilav
yiyince karnınız şişer ya hiç şişmedi. Tadı derseniz hala damağımda yine olsa
yine yerim.
Tabi yorulduk. Havayı da kararttık. Kalacağımız misafirhaneye
gidiyoruz. Ertesi güne gezilecek çok yer var. Dinlenme vakti.
Sabah otelde yapılan kahvaltının ardından arabaya atlayıp Maçka’ya
doğru yola çıkıyoruz. Hedefimiz Sümela Manastırı. Yollar bir harika her yer yemyeşil
orman, ara ara hafif yağmur atıştırıyor. Toprak kokusu doluyor arabanın içine. Camı
açıyoruz. Daha fazla gelsin diye. Yol mu kısa sürüyor biz mi fark etmiyoruz. Sümela
Manastırı’na erişiyoruz milli park olduğundan girişler ücretli. Sümela ya iki
yoldan çıkılabiliyor. Biri yürüyerek oldukça dik yokuşlu bir merdiven, diğeri
arabayla… Biz yürümeyi tercih ediyoruz. Ancak oldukça zorlu olduğunu da söylemeliyim.
Düşmemeye özen gösteriyoruz. Yerler ıslak olunca kayganlaşıyor. Sonunda ulaşıyoruz.
Ancak çok sıra var. Müze kartımız olduğundan beklemiyoruz. Giriyoruz. Bunu buraya
nasıl yapmışlar diye düşünmeden edemiyoruz. Ama tahrip çok fazla… Resimlerin gözleri
oyulmuş, kazılmış, yazılmış, çizilmiş,… Sümela’yı gezdikten sonra dışarıda bir
kafe var. Çay alıp ayaklarımız betona uzatıp dinleniyoruz, huzur. Kalabalığın sesini
duymuyoruz. Biraz dinlendikten sonra tekrar geldiğimiz yoldan aşağıya doğru
yürüyüp yolumuza devam ediyoruz.
Hamsiköy’ün sütlacı meşhurmuş hemen yiyelim diyoruz. Bir sütlaç
geliyor, üzeri fındıktan gözükmüyor isterseniz biraz daha fındık
dökebiliyorsunuz.
Tatlımızı da yedikten sonra yol bizi Gümüşhane’ye doğru
sürüklüyor. Karaca mağarasını görmeye gidiyoruz. Ancak çok uzakmış. Karaca mağarasının
içinde fotoğraf çektirmiyorlar.Ancak çal mağarasının
güzelliği bununkinin yanında sönük kalıyor.
Dönme vakti gelince dönüş yolunu farklı bir yerden yapalım
diyoruz. Eski Erzurum-Kars yolundan dönüyoruz. Tabi ki amacımız orada
duyduğumuz bir lokantada et yemek. Eti kendimiz seçiyoruz. Gözümüzün önünde eti
kesip ,doğrayıp, pişirip, sunuyor. Duyduğumuz kadar varmış. Suyundan mı
toprağından mı etin tadı harika... Bu arada lokantanın içinde soba yanıyor. Havayı
düşünün ağustos ayında .yayla şenliğine yetişemiyoruz ancak şenlikten dönenlerle
fotoğraf çektirme şansı yakalıyoruz.
Arabayı sürmeye devam ediyoruz. Bu seferki hedefimiz Uzungöl…Hava
kararırken orada olacağız. Yol üzerinde Sürmene’den geçiyoruz. Bıçakları çok
ünlü. Uzungöle doğru yaklaştıkça aradığımız bütün oteller bizi geri çeviriyor. Hepsi
doluydu. Sonunda boş bir yer buluyoruz, ancak söylemeden edemeyeceğim Uzun gölü
çok ta iyi anmayacağım. Kaldığımız yer kümes gibi bir yerdi. Kahvaltı dahil berbat
ötesiydi. Arapların buraya gelmesi kaliteyi iyice düşürmüş. Akşam Uzungöl
kenarında biraz turluyoruz. Daha sonra ertesi gün için enerji toplamak için
uyuyoruz.
Sabah ki berbat kahvaltıdan sonra bisiklet kiralıyoruz. Gölün
etrafında bir tur atıp yüksekten gölün fotoğrafını çekiyoruz. Eski
fotoğraflardaki gibi çıkmıyor. Çünkü gölün doğallığını bozmuşlar. Her tarafına
yol yapmışlar. Kıymetini bilemeyip turizm için yani para için harcamışlar. Böyle
ayrılıyoruz Uzungöl’den. Of’a doğru inerken çay fabrikalarından birine
uğruyoruz.
Çay nasıl yapılır. Hangi işlemlerden geçer, hangisi birinci kalite
anlatıyorlar. Bir de çay ikram ediyorlar. Çay satış ofisinden bir sürü çay
paketi satın alıyoruz ve yolumuza Rize için devam ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder