Trabzon Yolcusu Kalmasın…

Mağaradan çıkıp tekrar yolumuza devam ediyoruz. Sırada Akçaabat.
Sıra sıra köfteciler. Her yer köfteci karnınızı acıktırıyorlar. Ancak önce
kalacak bir yer ayarlamak için acele ediyoruz.

Şehir merkezine gelip akşam için bir misafirhaneden yer ayarlıyoruz.
Eşyaları bırakıp hemen hazırlanıp dışarıya çıkıyoruz.
İlk durağımız Ayasofya İstanbul'daki kadar büyük değil tabiki. Burası da müze olarak ziyaretçilere açılmış.





Kalkanoğlu pilavcısı diye bir yer. Çok meşhur olmasına rağmen çok mütevazı
bir yer. Ama içi çok güzel düzenlenmiş. Masalardaki camların altlarına herkes
notlar bırakmış. Övgüler övgüler… Bize de soruyorlar ne yersiniz diye değil neyli yersiniz diye…
Öneri istiyoruz kavurmalı diyorlar, alıyoruz. Hani bir tabak dolusu pilav
yiyince karnınız şişer ya hiç şişmedi. Tadı derseniz hala damağımda yine olsa
yine yerim.
Tabi yorulduk. Havayı da kararttık. Kalacağımız misafirhaneye
gidiyoruz. Ertesi güne gezilecek çok yer var. Dinlenme vakti.
Sabah otelde yapılan kahvaltının ardından arabaya atlayıp Maçka’ya
doğru yola çıkıyoruz. Hedefimiz Sümela Manastırı. Yollar bir harika her yer yemyeşil
orman, ara ara hafif yağmur atıştırıyor. Toprak kokusu doluyor arabanın içine. Camı
açıyoruz. Daha fazla gelsin diye. Yol mu kısa sürüyor biz mi fark etmiyoruz. Sümela
Manastırı’na erişiyoruz milli park olduğundan girişler ücretli. 
Sümela ya iki
yoldan çıkılabiliyor. Biri yürüyerek oldukça dik yokuşlu bir merdiven, diğeri
arabayla… Biz yürümeyi tercih ediyoruz. Ancak oldukça zorlu olduğunu da söylemeliyim.
Düşmemeye özen gösteriyoruz. Yerler ıslak olunca kayganlaşıyor.
Sonunda ulaşıyoruz.
Ancak çok sıra var. Müze kartımız olduğundan beklemiyoruz. Giriyoruz. Bunu buraya
nasıl yapmışlar diye düşünmeden edemiyoruz. Ama tahrip çok fazla… Resimlerin gözleri
oyulmuş, kazılmış, yazılmış, çizilmiş,… Sümela’yı gezdikten sonra dışarıda bir
kafe var. Çay alıp ayaklarımız betona uzatıp dinleniyoruz, huzur. Kalabalığın sesini
duymuyoruz. Biraz dinlendikten sonra tekrar geldiğimiz yoldan aşağıya doğru
yürüyüp yolumuza devam ediyoruz.








Dönme vakti gelince dönüş yolunu farklı bir yerden yapalım
diyoruz. Eski Erzurum-Kars yolundan dönüyoruz. Tabi ki amacımız orada
duyduğumuz bir lokantada et yemek. Eti kendimiz seçiyoruz. Gözümüzün önünde eti
kesip ,doğrayıp, pişirip, sunuyor. 
Duyduğumuz kadar varmış. Suyundan mı
toprağından mı etin tadı harika... Bu arada lokantanın içinde soba yanıyor. Havayı
düşünün ağustos ayında .yayla şenliğine yetişemiyoruz ancak şenlikten dönenlerle
fotoğraf çektirme şansı yakalıyoruz.


Arabayı sürmeye devam ediyoruz. Bu seferki hedefimiz Uzungöl…




Hava
kararırken orada olacağız. Yol üzerinde Sürmene’den geçiyoruz. Bıçakları çok
ünlü. Uzungöle doğru yaklaştıkça aradığımız bütün oteller bizi geri çeviriyor. Hepsi
doluydu. Sonunda boş bir yer buluyoruz, ancak söylemeden edemeyeceğim Uzun gölü
çok ta iyi anmayacağım. Kaldığımız yer kümes gibi bir yerdi. Kahvaltı dahil berbat
ötesiydi. Arapların buraya gelmesi kaliteyi iyice düşürmüş. Akşam Uzungöl
kenarında biraz turluyoruz. Daha sonra ertesi gün için enerji toplamak için
uyuyoruz.






Sabah ki berbat kahvaltıdan sonra bisiklet kiralıyoruz. Gölün
etrafında bir tur atıp yüksekten gölün fotoğrafını çekiyoruz. Eski
fotoğraflardaki gibi çıkmıyor. Çünkü gölün doğallığını bozmuşlar. Her tarafına
yol yapmışlar. Kıymetini bilemeyip turizm için yani para için harcamışlar. Böyle
ayrılıyoruz Uzungöl’den. Of’a doğru inerken çay fabrikalarından birine
uğruyoruz.



Çay nasıl yapılır. Hangi işlemlerden geçer, hangisi birinci kalite
anlatıyorlar. Bir de çay ikram ediyorlar. Çay satış ofisinden bir sürü çay
paketi satın alıyoruz ve yolumuza Rize için devam ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder